Aşk acıtmazsa aşk olmaz diye duymuştum
bir yerlerden. Kaynağını bulmaya
çalıştım ama başaramadım bulmadım.
Aşk acıtmak zorunda mı? Ne yani, hiç mi doğru zaman, doğru
mekan ve doğru insan bir araya gelmez? Bütün gezegenlerin aynı hizaya gelmesi,
pembe balığın ağaca çıkması, apokalipsi atlatmak mı gerekli? Hadi tüm
bileşenler bir araya geldiler diyelim, bu ilişki hala nasıl yürümez? Sadece
zaman/mekan/insan ilişkisi de değil ki, duygular da olacak işin içinde, hani
arzu, tutku, sevgi, güven, pozitif enerji ve herşey, hepsi bir araya gelmeli
aynı zamanda… Bu çok bulunası bir durum değil sanki.
Ama bulunduğunda kaçırılmaması gereken
bir değer.
Hani yürümesi için herşey yapılası,
çabalanası, peşinden gidilesi…
Hani oyle biri vardir ki hayatinda,
yanında kendini çok değerli hissedersin, hani özelsindir, güzelsindir, ona
başkalarının hissettiremediği duyguları hissettirirsin, konuşamadığı seyleri
konuşursun, anlatamadığı şeyleri dinlersin, anlatamadıklarını anlatırsın.
Sana öyle bir bakar ki teksindir
dünyasında, en azından seni buna inandırır, şüphe etmezsin ki herşeyinle
güveniyorsundur zaten, onunlayken şüpheye yer yoktur beyninde/ruhunda…
Sana öyle bir gülümser ki o bir
gülümsemeyle dünyalar senin olur, kahkahasını içine çekesin gelir. Hep gülsün,
o bazılarının beğenmediği ‘kötü adam’ kahkahaları bile odaları salonları
doldursun istersin, hatta dudaklarındaki minik bir kıvrım için türlü maymunluk
yapmaya hazırsındır, nitekim yaparsın da.
Sana öyle bir sarılır ki sımsıkı tüm
gücüyle, nefes alamazsın ama hiç bırakmasın istersin. Dokunmak istersin.
Dokunduğunda için ürperir, temasını hatta daha fazlasını tüm vücudunda
hissetmek istersin, tamamen ve tüm hürcelerin bas bas bağırır sana onu ve onu
ne kadar çok istedigini. Sadece düşüncesi
bile deli etmeye yeter de artar ve en nihayetinde o anları dondurmak ya da
sürekli yaşamak istersin.
Sana öyle
bir bakar ki yüreğin hop eder bir an, istersin ki asla gözlerini çevirmesin
senden öte tarafa, ışıl ışıl parlar sana bakarken, kendini görürsün o
ışıltılarda sanki hükümdarısındır o karman çorman hayal aleminin ve güçlü
kalmak zorundasındır krallığına layık olabilmek için. Güçlü kalmak
zorundasındır kaybetmemek için o ışıltıyı. Güçlü kalmak zorundasındır
sürülmemek için o ütopya devletinden.
Evet
ütopyalar gerçek olabilselerdi ütopya denmezdi, ama insan hayal alemine ya da o
mükemmel ütopik dünyasına bu kadar bağlı olmalı mı? Sadık kalmaya bu kadar
kararlı olmak karşındakine ve sahip olduğunuza haksızlık etmek değil midir?
Kasmak, kasılmak… O küçük hayal dünyasında olduğundan kat be kat daha mutlu,
daha dolu, daha yoğun, daha güzel, daha GERÇEK olabilecekken, bu ihtimal neden
daha korkutucu olsun ki?
Derken,
yolunda gitmemeye başlamış birşeylerin ardından kafanda milyonlarca düşünce
dolanırken farkedersin ki aslında o ışıltılar sana özel değilmiş, hiç senin
olmamışlar. Meğer genel ilgi, alaka ve merakın ardından doğal bir şekilde
gelen, iki ilginç kelam edebilen herkese yöneltilebilen bir ışıkmış o gözlerden
çıkan. Ütopyasını sadece senin yönettiğini sandığın o hayal dünyasında, çeşitli
şekilde tahttan indirilen padişahlar kadarmış ömrün… Uyarıları dikkate almadan
ilerlemeye çalışmıssın sen o dikenli yollarda kafanın dikine giderek, ‘büyük
sözü’ dinlemeden… O ışıltılara geceleyin uçuşan böcekler gibi öyle bir
kapılmışsın ki, ütopyasını gerçekleştirmeye çalışan Marx kadar bile başarılı
olamamışsın. Birkaç aylık ömrü olduğunu bile bile peşinde koştuğun mutluluğun,
gerçekleştirme hayalleri sırasında ters tepip tamamen yok olabileceği
tehlikesini göz ardı etmişsin. Belki de inanmak istememişsindir o uyarıların
ciddiyetine. Bu büyü kaldırır bunu, çaresine bakar, hale yola koyar diye
düşünmüşsündür, ‘yeterince çabalarsam olur’ a körü körüne bağlanmışsın onun da
kendi ütopyasına bağlandığı gibi.
Ve bir gün
bir bakmışsın ki, o krallığının, o ütopyasının tahtına başka birileri geçmekte,
hatta sen nafile(!) işlerle uğraşırken, tırnaklarınla kazıyıp gelerek hak
ettiğin o tahta 3 günde çoktan kurulmuş bile…
Acı gerçek
yüreğini dağlarken döktüğün kovalarca gözyaşı söndüremez o yangınları. Beynine
saplanır çeşitli anılar, fotoğraf kareleri, sinir bozuklukları, hiçbiri gözünün
önünden gitmez, özellikle tahttaki insanı düşündükçe mide krampları girer, acı
yine başlar kemirmeye tüm vücudunu.
Öyle
kalakalırsın verdiklerinle, kattıklarınla, hatta büyüttüğünle.
Işin
kötüsü, ne baraj doldurası gözyaşları, ne çekip gitmeler, ne de başka birileri
dikebilir bu parçalanmış yelkeni…
No comments:
Post a Comment