Sunday, October 30, 2011

humita'dan bir yenilik daha!


Sevgili okuyucularim;  (Pucca gibiyim, 5000 kisilik topluluga sesleniyorum)

Yepyeni bir olusum, yepyeni bir fasilite ile yazilarimi paylastigim sizlerin karsisindayim! (halkimin refahi benim refahim, mi casa es su casa)

Bundan boyle, eski pusku démodé olmus bir blog okumak zorunda kalmayacaksiniz. (Microsoft Word autocorrection’inin gozlerinden operim)

Okuduklarinizi degerlendirebileceginiz, duygularinizi aktarabileceginiz bir sisteme Hello! dedim. (yazilarim 21.yuzyil sosyo-kulturel ve politik icerikli oldugundan…)

Yazilarin asagi kisminda bulunan degerlendirme kutucuklarina tik atmak sureti ile artik fikrinizi belirtebilirsiniz. (…yeni duygu ve dusuncelerle 22.yuzyila isik tutacagiz adeta)

Degerlendirmelerinizi ben sizin icin coktan belirledim, ekledim, oradaki siklarin dogrultusunda, istediginiz fikri beyan edebilirsiniz. (ha ha, ne o? yoksa siz hala… gercekten aklinizdan gecen her tepkiyi vermekte ve ifade etmekte ozgur oldugunuzu mu saniyorsunuz?)


Tesekkurler, tesekkurler… (alkislar icin yasiyorum, beni siz yarattiniz…)
 




Saka saka, istediginiz lafi atabilirsiniz, Barcelona'da Freedom of Speech hala biraz var.
Ama "tik" leri de kullaniverin.  :D

Friday, October 28, 2011

perhaps perhaps perhaps

Bugün derste can sıkıntısı ve biraz da genel bi bunalım haliyle kendime bir liste yaptım:

 ‘Hayatımla İlgili Yapmam ve Düzeltmem Gerekenler’

İlkokulda tahtaya yazdığımız, taşkınlık yapanın adını eklediğimiz ‘Yaramazlar’ listesi gibi bir sey oldu, ama sonuçta yapmam gerektiğini kendime sürekli söyleyip bir türlü yapmaya başlayamadığım şeyler mevcut bunda.

Listeyi daha çok çalışmam ve okumalara başlamam gerektiğini düşündüğüm ders esnasında hazırlamış olmam da çelişkili bünye ve karakterimle cok uyumlu bir hal sergiliyor. Evet.

Defterimin haşin bir şekilde yırttığım sayfasını başucuma astım. Böylece kaşımı bıyığımı almak, makyaj yapmak, takı takmak, telefon bırakmak, su içmek, anamın yaptığı suluboya Istanbul manzarama bakmak istediğim her an bu liste benimle göz göze gelerek kafama dan dan dan vurmak suretiyle yapmam ve yapmamam gerekenleri hatırlatacak... diye umuyorum...





Bir kucuk -eski- gezi yazisi...


28 ocak – 4 subat 2010 yilinda sevgili arkadasim Zafer ile yaptigimiz Fas yolculugundan bana yadigar bir gezi yazimi sevgili okuyucularimin tekrar begenisine sunmak istiyorum. Bu yazimi ilk kez Facebook’ta paylasmistim. Sonra gezi yazilari konulu bir yarismaya yolladim, hic ses cikmadi. Demek ki herhangi bir sey kazanamamisim. Olsun. Ben yine de pek seviyorum bu yazimi...

Buyrun efenim, gozunuze saglik...




Yine sabahın bir körü çıktığımız Fes-Chefchaouen yolunda bu seferki ulaşım aracımız otobüs. Öyle bir otobüs ki, duygularımı yazıya dökmeme ilham kaynağı oldu. Muhtemelen Fas krallık tarihinin başlangıç yıllarından kalma. Yol boyunca her koltuğu farklı şiddetle farklı yönlere sallanan, çıkardığı seslerle beni benden alarak uyumama engel olan, bacak aralığı yok derecede az, koltuğu yatayımsı düzleme geçemeyen, öndeki boş koltuğun alt kısmını ayak koyma yeri olarak kullanabildiğim cinsten. Bu koşullarda uyumayı başaran Zafer'e, mümkün olsa geleneksel “1. Sleep Mode Ödülü”nü uyuma rekortmeni unvanıyla takdim ederdim.

Yol boyu uzanan yeşil çimleri, dağları, uçsuz bucaksız zeytin bahçeleri, masmavi beyaz karışımı gökyüzüyle uzanan manzarayı takdir etsem de, bu esnada geçirdiğim sarsıntılar sonucu karsılaşabileceğim beyin hasarı için endişelenmiyor değilim.

Fas'a gelirken beklentilerimizi düşük tutarak kendimizi her türlü sürprize hazırlamaya çalışmıştık zaten, bu yüzden karsılaştığımız alışılmadık durumlar bizi çok da şaşırtmadı galiba. Zafer’in Fes'teki Faslı ev sahibimizin Çek bir kızla evli olması ve kızın birkaç aydır orada yaşıyor olması üzerine bana sorduğu "Vay be, senin başına gelse her şeyi bırakıp gelip burada yaşar mıydın?" sorusunun cevabını düşünürken kendimi duşu banyosu olmayan evde, tuvalet kağıdı kullanılmayan alaturka tuvaleti her girişte uzun uzun temizlerken, çamaşırları leğende çitilerken hayal etmeye çalıştım. Cık, başaramadım. Olmadı yani. Tuvalete gitmekten korktuğum bir yerde ne kadar uzun kalabilirim bilemiyorum doğrusu. 2 gün 2 gecelik Fes maceramız gayet güzel, eğlenceli, dolu dolu geçti elbette. Geleneksel kalabalık Fas ailesi, hippi gençler, karman çorman eski şehir ve pazarı tırım tırım dolanmak, fotoğraf çekmek, pazarlık yapmak, nargile içmek, Arapça şarkılar söylemek... Türkiye ve Türklerle çok benzerlikler olmasına rağmen ilk kez bir yerin turisti olmayı yerlisi olmaya tercih ettim ne yalan söyleyeyim.


Bu arada durduğumuz kasabamsı bir yerde otobüsün dolması canımı sıktı. Biz yine hoplaya zıplaya yola devam...

Otobüsün dolmasıyla 2li koltuklarda sürdürdüğümüz tek kişilik saltanatın sona ermesi bizi Zafer’le yan yana getirdi. Meğer sarsıntılar onu da uyutmamış. Olmadı, ödülümü geri alıyorum.

Devam ettiğimiz yolculuk aynı yoldan ibaret. Kafalarda canlandırabilmek için karsılaştıracak örnek arıyorum... Araba yolculuklarında eski yoldan geçerken sallanırsınız hani, “beşik gibi” ifadesiyle bağdaştırdığımız tür sarsıntıdır bu, mışıl mışıl uyursunuz. Bizimkini lunaparktaki gondollara bindiğiniz anları hatırlayarak hayal etmeye çalısın. Hani gondol yukarı kalkar, sonra birden aşağı iner, takataka öne arkaya birden yine aşağı... Bağıra bağıra eğlenirsiniz falan... İşte bizimkisi bağırtısız, eğlencesiz olanı. 4 saatlik olduğundan bahsetmiş miydim? Tabi ki teoride. Tangır tungur. Bu sefer Arap müzik eşliğinde, daha kalabalık ve daha kokulu. Artık bilemiyorum kimin kokusu daha keskin, 4 gündür yıkanamayan benim mi, ömür boyu zor yıkandıklarına inandığım yerli halkın mı... Külli muamma.

Thursday, October 27, 2011

sweet & bitter temptation

i have concerns. 


lately one thought is crossing my mind constantly: reactivating my facebook account. 


its a sweet temptation, makes my heart pumps faster. connecting with many people, following the daily news and the accurate happenings around the world and in turkey. reaching the events organized in barcelona, stalking some new guiris in the town, sharing stuff with family and friends...


on the other hand,


its a bitter temptation, makes my stomach hurt and gives me cramps. seeing some people's profiles that i dont want to see or think, knowing how they are doing or with who they are talking. i know i wont hold myself, i wont resist THAT temptation which will make me feel miserable. i know myself, i am weak until i make a strong and instant decision to rip those people off my life. however i am not sure if i will be able to do so in near future. maybe yes maybe no. i dont feel ready despite the sweet temptation of being watched and followed by others... 


yeah, we are social animals. but i CHOSE not to be one, at least not through some virtual cyber life stalker gadget. (ok, i dont wanna be followed on the street either, lets be clear about that:P) 


still... that sweet temptation... 




maybe it's called BOREDOM...



Wednesday, October 26, 2011

deve ve bale


Itiraf ediyorum, yine yeniden, bagimliyim. Dizi bagimlisi.

Evet. Bagimli oldugum mas o menos 11 diziden birini izlerken duygularima hakim olamayarak bu satirlari yaziyorum.

Allahim, bir suru dizi izledik, Meksika dizilerine tas cikaracak senlikteki bu dizi de artik bir yerden sonra suyunu cikardi isin. Dawson’s Creek ile dalga gecerdim, birbirini ellemeyen asna fisne olmayan kalmadi diye. Gossip Girl cikti basimiza, 17 yasindaki liseli high society uu pardon, Upper East Side genclerinin icki yasaginin 21 oldugu bir ulkede "sex and drugs and rock'n'roll" modunda ve modasinda fink attigi, Dawson’s Creek’in daha havali daha entrikali versiyonu dedik. Onla da dalga gectik. 

Ama dramalardan drama begendiren, her bir karakterinin su hayata mutsuz olmak ve aglamak icin gelmis oldugu gerceginin apacik gozler onune serildigi bu dizi, yani Ali Kaptan -evet ben diziye telaffuzu on dakikami alan “oyle bir gecer zaman ki” demek yerine, Ali Kaptan diyip zamandan tasarruf ediyorum. Telaffuzdan kazandigim zamani her hafta 2 saatimi verip sozu gecen diziyi izleyerek kompanse ediyorum, cok sukur- suncacik dizi hayatimda yeni bir devir/bir cigir acti azizim.

Ne diyorduk? Ha evet. Her bir ferdin pismis tavuktan hallice oldugu bu guzide dizimizde artik mantik ve duygusallik hatalari bile yapilmaya baslandi.

Ali kaptan, dizi basindan beri gurleyen, teror estiren, her bolumde 70 milyonun yuregine indiren bu adam eski karisina tecavuz ettikten ve karisinin evlenecegi adami oldurdukten, 2 kere hapse girdikten sonra sut dokmus kedi kivamina geliverdi yeni sezonda. Ah bir de vurulup olumlerden dondugunu unutmamak lazim.

Yani Ali Kaptan'in su halka ve ailesine kusturdugu kani depolayabilme imkanimiz olmus olsaydi, yemin ediyorum Afrika aidsten kurtulmus, Haiti'deki hastalar, Van’daki depremzedeler iyilesmislerdi coktan.

Hadi tum aile ne badireler atlatti, tamam. Ama yine asil olan, aldatilan, hapse dusen, aclik ve sefaletten Guney Amerika'da soyu tukenmekte olan bir kabile kivamina gelen, kactigi kocasindan tecavuze ugrayip hamile kalan, cocuk aldirirken olumden donen, bir de ustune evlendigi gece yeni kocasi eski kocasi tarafindan oldurulen Cemile teyzeme oldu.

Tamam, herseye tamam AQ. Ama yeni sezonda Ali Kaptan'in birden bire ak sakalli dede kiliginda pek tonton oluvermesi, Cemile teyzem ile ara ara kesismesi, boyle topallayarak herkesin acima duygularini harekete gecirip, bir de aile fertlerinin sempatisini kazanmasi… YOK ARTIK.

Kansere, kahpe felege, gemiyle eve bodoslama girmeye hatta tecavuze, adam oldurmeye OK.

Amaaaa bu adamin son bolumde, eskiden cok siki fiki olup sonradan kendisinden nefret eden kizi ile sarmas dolas can ciger kuzu sarmasi oluvermesine HAYIR

En basindan beri kendisinden hic sevgi sefkat gormemis sumuklu oglunun birden -zaten muhtesem detone sarkilariyla zamaninin popstari secilmesiyle biz muzigin ve sanatin dostlarinin gozlerini yasartip kulaklarini patlatmisti- "Ah babacim, dur yardim edeyim, hastaneye gotureyim seni, para da vereyim" diyip hayirli evlat kesilmesine de HAYIR

Mantik hatasini gectim. Bu DUYGU hatasina girer artik. Yapmayin etmeyin. Cemile teyze, allaasen, sen de yapma, gulumseme, gulme, kikirdama su adama gozunu seveyim. Bu adamin yuzunden senin MANTIKEN Bakirkoy’de olman lazimdi, kaldi ki kac kere hastanelere kaldirildin…..

Dizideki butun dramayi kabul etmisim de, adamin affedilip sevgi saygi hosgoru ucgenine alinmasina dayanamam. Dayanamiyorum. Trajedi degil, bilakis beni bu mantiksizlik tuketti dostlar....

Sesim duyulmaz ama ben yine de buradan dizi yazarlarina sesleniyorum:

BIRAZ DAHA DUYGUSAL GERCEKCILIK LUTFEN. 

Hatta bir Burhan Altintop klasigiyle veda ederim: LITFEN AMA LITFEN….

Monday, October 24, 2011

Paslanmışım ayol


Hep yumurta kapıya dayansın, e mi? 


Son dakikacı gençlik yıllara meydan okusun yaşlansa da hiç değişmeden öylece yine otursun kıçını yaysın günlerce gecelerce. Sonra da ‘amanınn yandım anam nasıl yetişcek bu ödevvv’ desin.

Sayfa sayfa okumaktan, sayfa sayfa yazmaktan, saatlerce ekrana bakmaktan gözlerim pörtledi anasını satiim. Ama bitirdim sonunda, ittire kaktıra 8 sayfa yazdım dile kolay, 8!

Haaa ingilizce yazdım, ama yazdım. Bitirdim. OH.

Doğru düzgün yemek yemedim belki, odamdan da pek çıkmadım, evimize gelen misafirlere Türk kabalık örneği göstererek selam bile vermedim. Saçımı taramadım, dişimi fırçalamadım. Kısaca insana hiç benzemedim bugün. 

Ama BİTİRDİM.


Let's see...

For tuesday: Hello next ‘entrega’, welcome, welcome, en az 30 sayfa okuma ve 15 sayfa yazma ?!?! 




OH FUCK :((


Sunday, October 23, 2011

Sometimes it lasts in love but sometimes it hurts instead


Aşk acıtmazsa aşk olmaz diye duymuştum bir yerlerden. Kaynağını bulmaya çalıştım ama başaramadım bulmadım. 



Aşk acıtmak zorunda mı? Ne yani, hiç mi doğru zaman, doğru mekan ve doğru insan bir araya gelmez? Bütün gezegenlerin aynı hizaya gelmesi, pembe balığın ağaca çıkması, apokalipsi atlatmak mı gerekli? Hadi tüm bileşenler bir araya geldiler diyelim, bu ilişki hala nasıl yürümez? Sadece zaman/mekan/insan ilişkisi de değil ki, duygular da olacak işin içinde, hani arzu, tutku, sevgi, güven, pozitif enerji ve herşey, hepsi bir araya gelmeli aynı zamanda… Bu çok bulunası bir durum değil sanki.

Ama bulunduğunda kaçırılmaması gereken bir değer.

Hani yürümesi için herşey yapılası, çabalanası, peşinden gidilesi…

Hani oyle biri vardir ki hayatinda, yanında kendini çok değerli hissedersin, hani özelsindir, güzelsindir, ona başkalarının hissettiremediği duyguları hissettirirsin, konuşamadığı seyleri konuşursun, anlatamadığı şeyleri dinlersin, anlatamadıklarını anlatırsın.

Sana öyle bir bakar ki teksindir dünyasında, en azından seni buna inandırır, şüphe etmezsin ki herşeyinle güveniyorsundur zaten, onunlayken şüpheye yer yoktur beyninde/ruhunda…

Sana öyle bir gülümser ki o bir gülümsemeyle dünyalar senin olur, kahkahasını içine çekesin gelir. Hep gülsün, o bazılarının beğenmediği ‘kötü adam’ kahkahaları bile odaları salonları doldursun istersin, hatta dudaklarındaki minik bir kıvrım için türlü maymunluk yapmaya hazırsındır, nitekim yaparsın da.

Sana öyle bir sarılır ki sımsıkı tüm gücüyle, nefes alamazsın ama hiç bırakmasın istersin. Dokunmak istersin. Dokunduğunda için ürperir, temasını hatta daha fazlasını tüm vücudunda hissetmek istersin, tamamen ve tüm hürcelerin bas bas bağırır sana onu ve onu ne kadar çok istedigini. Sadece düşüncesi bile deli etmeye yeter de artar ve en nihayetinde o anları dondurmak ya da sürekli yaşamak istersin.

Sana öyle bir bakar ki yüreğin hop eder bir an, istersin ki asla gözlerini çevirmesin senden öte tarafa, ışıl ışıl parlar sana bakarken, kendini görürsün o ışıltılarda sanki hükümdarısındır o karman çorman hayal aleminin ve güçlü kalmak zorundasındır krallığına layık olabilmek için. Güçlü kalmak zorundasındır kaybetmemek için o ışıltıyı. Güçlü kalmak zorundasındır sürülmemek için o ütopya devletinden.

Evet ütopyalar gerçek olabilselerdi ütopya denmezdi, ama insan hayal alemine ya da o mükemmel ütopik dünyasına bu kadar bağlı olmalı mı? Sadık kalmaya bu kadar kararlı olmak karşındakine ve sahip olduğunuza haksızlık etmek değil midir? Kasmak, kasılmak… O küçük hayal dünyasında olduğundan kat be kat daha mutlu, daha dolu, daha yoğun, daha güzel, daha GERÇEK olabilecekken, bu ihtimal neden daha korkutucu olsun ki?

Derken, yolunda gitmemeye başlamış birşeylerin ardından kafanda milyonlarca düşünce dolanırken farkedersin ki aslında o ışıltılar sana özel değilmiş, hiç senin olmamışlar. Meğer genel ilgi, alaka ve merakın ardından doğal bir şekilde gelen, iki ilginç kelam edebilen herkese yöneltilebilen bir ışıkmış o gözlerden çıkan. Ütopyasını sadece senin yönettiğini sandığın o hayal dünyasında, çeşitli şekilde tahttan indirilen padişahlar kadarmış ömrün… Uyarıları dikkate almadan ilerlemeye çalışmıssın sen o dikenli yollarda kafanın dikine giderek, ‘büyük sözü’ dinlemeden… O ışıltılara geceleyin uçuşan böcekler gibi öyle bir kapılmışsın ki, ütopyasını gerçekleştirmeye çalışan Marx kadar bile başarılı olamamışsın. Birkaç aylık ömrü olduğunu bile bile peşinde koştuğun mutluluğun, gerçekleştirme hayalleri sırasında ters tepip tamamen yok olabileceği tehlikesini göz ardı etmişsin. Belki de inanmak istememişsindir o uyarıların ciddiyetine. Bu büyü kaldırır bunu, çaresine bakar, hale yola koyar diye düşünmüşsündür, ‘yeterince çabalarsam olur’ a körü körüne bağlanmışsın onun da kendi ütopyasına bağlandığı gibi.

Ve bir gün bir bakmışsın ki, o krallığının, o ütopyasının tahtına başka birileri geçmekte, hatta sen nafile(!) işlerle uğraşırken, tırnaklarınla kazıyıp gelerek hak ettiğin o tahta 3 günde çoktan kurulmuş bile…

Acı gerçek yüreğini dağlarken döktüğün kovalarca gözyaşı söndüremez o yangınları. Beynine saplanır çeşitli anılar, fotoğraf kareleri, sinir bozuklukları, hiçbiri gözünün önünden gitmez, özellikle tahttaki insanı düşündükçe mide krampları girer, acı yine başlar kemirmeye tüm vücudunu.

Öyle kalakalırsın verdiklerinle, kattıklarınla, hatta büyüttüğünle.

Işin kötüsü, ne baraj doldurası gözyaşları, ne çekip gitmeler, ne de başka birileri dikebilir bu parçalanmış yelkeni…


Wednesday, October 19, 2011

neler oluyor allaasen?¿

Su hayatta herseyi kabul edilmek icin yapiyoruz aq. Bir yere, bir seye, birilerine kendimizi kabul ettirmek, onaylanmak, takdir kazanmak adina yapmadigimiz maymunluk, dikkat cekmek ve takip edilmek icin cevirmedigimiz numara kalmadi.  Izlenmemek icin kapadim feysbuku, yerine google+ actim. Bulunmamak icin blogumu gizledim, sonra gittim google+ ve msn e adresi girdim ki okunsun bari birileri tarafindan, haybeye yazmayayim diye. E peki niye? Yani salak miyim ben, bulunmamak gorulmemek icin kapadigim sacma sapan seylerin muadillerine niye sardiriyorum? Nicin okunmak izlenmek icin birseyler yapmaya devam ediyorum?
Birseyleri birileri icin yapan insanlar her zaman gozume zavalli, ezik gorunmuslerdir. Bu sebepten dolayi elimi ayagimi cekmeye calistim ama demek ki bunye etrafta karsi o kadar zayif ki, bu “círculo” o kadar guclu ki, adeta yeni izlemeye basladigim dizi “secret circle” gibi. Icine aliveriyo, istetiyo namussuz. Sosyeteden (siz turkler nasil diyorsunuz: sociedad ya da society) cekip kurtaramiyosun kendini tamamen. Sosyokulturel bir paradoks, kendimi caresiz ve zavalli hissetmeye basladim. Yeni izleyici veya okuyucu edinmek hedeflerimden biri haline geldi. Yolda yururken, hatta kosarken kafamda blog yazilari olusturuyorum. Gerci sonra yazamadan ucup gidiyorlar, ya da vardigimda eve coktan baska seylerle kendimi mesgul ediyor oluyorum. 

Ama yine de su internet blog unlulerinden PuCCa gibi sevsin insanlar beni istiyorum, okusunlar. Tabii ben de oyle guzel yazayim ama nerdee.. Bizim sevgilimiz yok ki birlikte eve cikip, kiskanclik krizleri gecirmiyoruz, ya da incecik olmamiza ragmen sisko patates sanip kendimizi liposuction yaptirmadik, eh basimizdan trajikomik olaylar da gecmiyor anasini satayim boyle allayip pullayip yazalim cizelim millet de bagrina bassin, gelsin comment'ler, gitsin like'lar, hatta bestseller yazar oluverelim, sosyal etkinliklerde boy gosterip televizyona cikalim, ama yuzumuze kese kagidi ortelim, cool dursun...

Bir seferinde benzeri blogumtrak bir aksiyona girdigimde korkulu ruyam lisedaslarim tarafindan bulunup taciz edilmis, lise yillarimda kan kusmustum bitirirayak.

Yooo dostum yoo hayir, bir baska travmayi kaldirabilecek kadar guclu oldugumdan supheliyim, her ne kadar biraz feminist, biraz ozgur, biraz sert hatun imaji ciziyor olsam da…


PS: Gorseli de kendim Barna sokaklarinda cektim, bir "kimlanbuhayatiminerkegi" havasi yaratmak adina da buraya ekledim. 


kutu kutu pense


Sokaga her ciktigimda farkediyorum ki, bu sehrin tek 100 metre kosucusu benim. Agir kanli tembel ispanyollarin aksine ben her gun bir yerlere depar atiyorum. 6 dakika yurume mesafesindeki okula her seferinde gec kalabilme kabiliyetimi yine kaldiramadigim kicima ve sevgili Istanbul’a borcluyum.

Saygilar efenim.

yeni manitam


Yeni manitam dedigim, aslinda senlerin eski manitasi. Kendilerinin farkina yeni vardim. 
Tum bos zamanimi verdigim, surekli vakit gecirdigim(!), bakmaya doyamadigim, goreyim diye bekledigim, surekli sayilari artan dizilerim.

Meger bunlarmis benim manitam, hatta manitalarim. 

Durup durup neden sosyallesemiyorum derken, neden derslerime konsantre olamiyorum derken, feysbukun da iyice yerini dolduran, izledigim takip ettigim bir ton dizim, gercekten de sevgilim gibi olmuslar. 

Ben izlerken arama kimseler girmesin istiyorum, konusmasinlar benle, herkes rahat biraksin. 

Arkadaslarimi gormekten vazgeciyorum, parti mi var? Gitmiyorum. 
Yayin gunleri gelsin diye bekliyorum. Ders bitsin de eve gideyim acayip laptop umu diyorum. En guzeli de birlikte kahvalti yapmak. Karsi karsiya hani, omletler kizarmis ekmekler peynirler. Ya da gece yatarken, gozlerin kapanir nerneyse uyuyakalirsin.. Resmen koyun koyuna... 

Ama bizimkisi gelecegi olmayan bir iliski... 




Monday, October 10, 2011

Cok acimasizsin Bebegim..



Su hayatta en nefret etttigim seylerden biri sabahin korunde veya gunun herhangi bir zaman diliminde daha fazla uyumayi planlarken, birileri veya birsey tarafindan zamansizca ve gaddarca uyandirilmak.



Son birkac gundur sabah 9 sularinda ziril ziril calan telefonla uyanmaktayim. Hadi telefonlar bana gelse, sevgilim falan arasa ya da anam babam, beni merak etmis bir adet arkadas, “kanka naber yaa, uyan hadi” dese gam yemicem. Allah’in Barcelona’sinda bir kul yok ki bana ulasmak icin ev telefonunu arasin.

Kulaklarimin sirasiyla cekic, ors ve uzengi kemiklerinde yankilanan o cirkin melodili telefon zili, dadli dadli uyumaya ve ruyalarimi gormeye devam etmek isteyen bunyem, bu esnada ne yapacagina karar veremeyen beynim, hepsi catisma halindeyken bir yandan “Allah rizasi icin acsin biri su telefonuuuuu” diye dua eden ben, ruyamda telefona hayalgucum el verdigi olcude kufur etmekteyim..

Uykuyla uyaniklik arasinda cesitli halet-i ruhiyeler icinde bir o yana bir bu yana savrulan su garip ruhum, hic kimse tarafindan acilmayan telefonun en sonunda susmasiyla huzura kavusacakti.

Ama yoo hayir.

Komplo teorisi kurdugundan emin oldugum fakat tanimadigim bir numara cep telefonuma saldirdi bu kez.

Acimasizca acmadim.

ben ne yapiyorum?


Saat sabahin 03:47’sinde gozlerinin feri gitmis, damarlari neredeyse catlayacak bir kan canagini andiran tipiyle, goz pinarlari uykusuzluktan bolca sivi uretmeye baslamis bir halde yazi yazmak pek akli selim zat’in isi olmasa gerek. Bazen kendimle neden boylesine savas icine girdigimi ben de anlayamiyorum. Bunye bas bas bagiriyor, "yat uleen artik uyu" diye, ama aldiris etmiyorum. Neden? Basimda saat 12 olmadan “hadi kizim artik yat, bak saat kac oldu” diyen biri olmadigi icin mi? Bilincaltimda garip bir inatla, bu gozlerden daha ne yaslar cikar heyt be, dusuncesi mi var olmakta, anlamiyorum ki.

Sirf yapabildigin icin birseyler yapmaya karsiyim teoride. Ama gel gor beni, pratikte cok fena siciyorum. En basit ornegi uyumamaya inat etmem. En karmasik ornegi erkeklerle olan iliskilerim.

Sebebi surekli karsi gelme, muhalefet olma, isyan etme sevgisi mi, yoksa acgozlulukten kaynaklanan, hep daha cok isteme,  uretmeden tuketmeye odakli kapitalist  “ask for more” politikasi mi.

Amacim ne politikaya, ne felsefeye ne de psikolojiye girmekti aslinda.

Tek istedigim bugun yolda yururken kafamdan gecen “ah eve gidince yazayim bir” diyerek ufak capli eskizini olusturdugum dusunceleri en nihayetinde aktarbilmekti ki aklimdakiyle eyleme gecirdigim seyler birbirinden cok uzaga dusmekte.

Gecenin bu saatinde (04:02) ben ne yapiyorum?

Saturday, October 8, 2011

Ah Burokrasi Ah...



Bugun hic kalkmak istemedim. Bu siraya girmek, bu kadar saat TEKRAR beklemek istemedim. Burokrasiye ve degerli vaktimi calip isini iyi yapmayan universiteme bir kamyon sovdukten sonra basladi maraton.



2 gunde sistem degismis, 8.30da girdigim siranin 10 dakkada bana gelmesi normal gelmemisti aslinda ama umut fakirin ekmegi ya, yedim ben de, yasasin bugun 3 saat surmeyecek bu cile dedim. Tabii ki yanilmisim. Ben ve daha nice gurbetciyi iceri otoparka derme catma yaratmis olduklari bekleme salonuna aldilar. Degerli popolarimiz sandalge gordu hic degilse ama bekleme suresinde hicbir degisiklik yok. Degismis olan sistem sadece disarda binanin onunde ayakta konuslanmak yerine gelip otoparkta oturmakta ibaretmis. Ben gerci hala eminim disarda bir bizim kadar insan seli daha mevcut..

Bugun buraya varisim bile ayri dert, stres idi. Hicbir yere ulasimin yarim saatten fazla surmedigi bu sehirde bile ben trafikte geriliyorum. Bu basarimi 25 senelik Istanbul hayatima borcluyum dostlar. Evet, siz de trafigin 7/24, kirliligin ve kalabaligin omurboyu surdugu bir sehirde dogup buyuduyseniz beni anlarsiniz, hatta anladiniz bile biliyorum.

15 dakikada ulasmis olmam gereken bir yere kaybolarak yarim saat-40 dakika arasi bir surede vardim. 2 metro duragi gittim epi topu, yine de metro cikisinda binmem gereken ferrocaril tren istasyonunu bulamayarak panige kapilip sagda solda gordugum herkesi 'Como puedo ir a Gracia? No a la Passeig de Gracia, a Gracia, en tren' seklindeki sorularimla terorize ettigimin farkinda degildim pek.. Sanki Paris'teyim anasini satayim, 3 durak gidemedim. Ama basima ne gelirse bu kurtulamadigim istanbul acelesinden geliyor, yolculugun sonunda beni bekleyen 1kmlik gurbetci kuyrugunun bunyeme kattigi ayri bir heyecan da vardi tabii..

Yeni bekleme salonumuzda kurbanlik koyun gibi dizilmis oturuyoruz. Bizi nizama getirmekle yukumlu sivil polis isini hakkiyla yapmakta. Nasil yapmasin kiralik katil Leon tipi ve karizmasiyla. Pakiler, Afrikalilar, Çinliler, herkes dikkat kesiliyor, gerci bu adamin gelisi hayirlara vesile, siranin ilerlediginin gostergesi..

2saat gecmis geldigimden beri. Puskevit yedim, Steve Jobs un olum haberini okudum, arkadasimla emaillestim, telefonumu temizledim fazlaliklardan, ders calismaya calistim ve minik telefon ekranimdan bunun mumkun olmadigini bir kez daha anlayarak bu enerjimi blog yazmaya kanalize etmeye karar verdim.

Evvet, adim adim yaklasiyorum ofislere. 10 insan evladi var aramizda. Ben bugun maalesef yarim saat gec kalarak 40-50 kisi dustum siralamada. Amma ve lakin, bu zorlu yolculuk ve bekleyis tam gaz devam edecek cunku bekleme salonundan baska bir bekleme salonuna yonlendiriliyoruz, dile kolay hergun en az 500 insan geliyor buraya cesitli sebeplerle. Ikinci bekleme salonuna gecenler hic ozel degil, hemen yerleri baska gurbetcilerle dolduruluyor, bekleme salonlarimiz hic bos kalmiyor cok sukur. Ilk gelisimde bu saatlerde bana sira gelmisken simdi daha ikinci bekleme salonuna bile gecemiyorum, kahpe felek.

Insan profili sadece gurbetcilerden degil, ayni zamanda cesitli milletlerden ogrencilerden de olusmakta, zaman romantik komedi tadinda gecseydi bu 2 ziyaretimde hayatimin askini bulmustum coktan. Ortam cok musait ama iste bize dayatilmis holivud filmlerindeki yakisikli, kasli, romantik hem de komik beyaz atli prensler denk gelip bir sebepten buralara dusmus olsalar bile tanismak mevzu bahis olmuyor, olamiyor. 

Not arasi not: Bu zorlu gunumde bana eslik eden Buika ve Sebnem Ferah a sonsuz minnetlerimi sunmak istiyorum. Ulkemi terk etmeden Ispanyol vatandasi Buika yi Istanbul da gormus, fakat topragim Sebnem i bir kez olsun gorememis olmamin uzuntusunu onu her dinleyisimde hissediyorum. Kaderci olmasam da bazen kader kismet diyerek gecmek gerekiyor. Fazla derin ve dogru dusunecek buna kafa yoracak luksumuz ve zamanimiz yok cunku..

3.saatime girdim. Daha dogrusu bitidim. 4.saate girmis oluyorum. 
Durum: bir arpa boyu yol.

Bir sira bu kadar yavas ilerleyemez. Ilerlememeli. Metrobuste olen amca gibiyim, nefes alamiyorum. Saclarim dokuluyor. Stresten olmek boyle birsey mi acaba? Yarim saatte ancak 4 kisi ilerledik. Benim sirama 70 kisi var. Do the math artik:(

Unzile ile aglama krizlerine girebilirim sevgili dostlar. Arkamda uzun sacli kim bilir nereli cocuklar ve yaptigi hastalik muhabbetlerini dinlememek icin sesini actigim muzigim bana Unzile yi layik gorduyse yapacak birsey yok. Zaten Steve Jobs da olmus, eminim apple freak arkadaslarim yas tutmaktadirlar su an, ornegin Leonardo. Hatta Sima bile bu amcanin iphonecu oldugunu duysa bir adet gozyasi suzulurdu yanaklarindan...

Saka maka, meger gecen seferki ziyaretimi hafife almisim. Saat 12.50 ve 80.kisiden 139 a yeni geldi. 3 kisi kaldi... Bu saatten sonra eve git, yemek yap, ye, dinlenemeden 3saatlik hicbirsey anlamayadigin derse gir... C’est la vie dostlar...

Son durum: Upuzun bekleyisten ve cesitli sekillerde oyalanmalardan sonra 13.10’da ciktim yabancilar polisinden.

Bomba: Belgelerimi teslim etmek icin girdigim ofisteki kadin bana “aa niye bu kadar bekledin ki, elindeki bu kagitla direk girebilirdin” dedi.......................



Tuesday, October 4, 2011

dusunuyorum da

annemle her konusmamda ananemle dedemi dusunuyorum. 
en cok da ananemi. 


burda iyi oldugumu, keyfimin yerinde oldugunu falan bilsinler istiyorum


bir de buradan damat veya adayi cikmayacagini......

Monday, October 3, 2011

anladim

tatli bir heyecan, yeni ulkede, yeni bir sehirde yasamaya baslamak
sonra yeni bir okul, farkli bir bolum. 

degisik insanlar, baska bir hayat.

yari korku yari endiseli gozlerle cevreyi suzmeler

hele de sinifa ilk giris, insanlari inceleyis, kapidan her girene ayri bir ozenle bakmak

ogrencilerden sonra ogretmenlerin sirayla sinifa girisleri, 2 farkli dil, ogretmenlerin konustugu ile ogrencilerin tartisma actigi.. oysa konusulan ve tartisilan konular benim senelerdir tartistiklarimla hep ayni; kadin, kadinin toplumdaki yeri, kulturun kadini ve erkegi yonlendirmesi, ekonomide kadin ve dahasi... 

derken, farkettim... 

makyajsiz yuzler, kambur oturma pozisyonlari... 
icinde sutyen olmayan bluzlar, alinmamis kaslar, kesilmemis saclar...
uzun suredir agda gormemis bacaklar ve koltuk altlari...

iste o an daha iyi anladim: 


BEN FEMINIZM OKUYORUM



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Netherlands'de gozume carpanlar